Eylül 08, 2007

Kütüphanenin Yazlıkçıları :)



Hoş geldin Yaşayan Kütüphane!

İki hafta önce “ne olacak, nasıl olacak” telaşının tedirgin heyecanıyla dolu gözlerde, bu kez “çok güzel oldu, iyi ki de oldu”nun gururlu heyecanı vardı.

Eğitimde olduğumdan 1 saat gecikmeli de gidip alkış, kıyamet, mutluluk gözyaşları faslını kaçırmış olsam da, ofisin bahçesine girdiğim an gördüğüm yüzler yaşattı aynı duyguları bana da. Uzun zamandır yaşamadığım, neredeyse unuttuğum “eğlence” denen olmazsa olmazı beraberinde getiren yüzler…

Zil zurna saatler sonra :)

Ankara kokusunun burna değmeye başlaması ve hatta direğini sızlatması…

Ağlamamak için hep bir gülme çabası…

Hayata doluşan bir sürü “yeni” … iyi ki tanımışım sizi, henüz o kadar da geç değilken üstelik…

‘Hoş gelenler ve hoş gidenlerin yaz’ı…

İyi ki varsın Yaşayan Kütüphane!

***

Bir Turuncunun Defterinden…

Bir Turuncunun Hayatı Boyunca Yaptığı ve Yapacağı İşlerin Hep En Başlarında Kalacak, Hep Yaşayacak Kütüphanesi


İnsan insanaydık, “biz bize” derler ya onun gibi… Yan yana, yamacımda hissedercesine… İletişimin salakça elektronikleştiği, sesteki vurgu ve harika tiyatrallığın şebek “icon”lara yüklendiği, en çok da bundan şikayet edip dururken insanların nefesini hissetmek, gözbebeklerini görmek, deymek ne güzel bir samimiyettir. Sanki her şeyden önce de ruhlardı birbirine değen; ondandı bu kadar güzel, anlamlı oluşu.

Peki ya birbirini tanımayan bunca insan, öylesine bir sokakta ya da dolmuşta karşılaşsaydı; farkında bile olmayacaktı belki de. Belki de değil, kesin öyle. Günlük koşuşturmacayla, kafada dolanan kuyrukları birbirine deymeyen tilkilerle meşgul olan biz (siz, onlar), yanından geçen onu (bunu, şunu) görmeyecekti bile. Görseydi bile, öylesine bakacak belki kıyafeti için içinde bir çift kelam edip, daha o an unutacaktı. Ama bunlar olmadı. Bir kütüphane doğdu, yaşarken yaşattı. Nefesleri, sesleri, tenleri, ruhları bir araya getirdi.

“Neymiş lan bu?!” deyip de geleni bile şaşkın hallere soktu. Kataloğun kapağı öylesine açılmışken, heyecan siniverdi birden her bir sayfasına.
“O mu, bu mu? Yok yok önce bunu okuyalım, diğerini de mutlaka okumam lazım ama. Amaann, ne okuması; sohbet işte, konuşacağım yani, soru falan… İşte ben okur, o kitap…”

Ne mutlu olmalıyız ki, kafalara soru işaretleri düştü. “İşte bu da insan. Ne diye böyle uzaklarda, başka bir şeymişçesine görmüşüm ki, cık cık cık!!”

“Hmm, güzel proje. Ama benim önyargım yok. E peki, madem illaki bakın diyorsunuz; bir göz atayım kataloğa.” Çevrilen her sayfada, gözler önyargılar üzerinde dolanırken büyür ayrıca. “Aaaa evet, ama bu doğru. Şeyyy, tamam! Ben bu kitabı okumak istiyorum. Mümkün mü?!”


Peki ya bir turuncunun burnunun direğinde depremler yaşatan anlar olmadı mı ?! Olmaz mı!!: Hani biliyoruz ya Hiv + öyle dokunmayla, aynı bardaktan içmeyle bulaşacak şey değil. Ama insan işte, gerekmediği yerde şüpheci, gereken yerde sorgulamadan bakan. Neyse hikayeye dönelim: Hiv + kitap okunmuş, minderinden kalkmış, dinlenmek için büyük çadıra geliyor. Ama durduğu yer yüksekte, ineceği yol kaygan kumla kaplı ve dik. Karşısında bir turuncu… O an mavilinin ayağı kayıyor. Turuncu bir duralıyor. Tutsam mı, amaa… Salak mısıni ne aması, aaa turuncu asLI… Aç kollarını düşmesin,acımasın canı… Hatta sarıl bir de üstüne…

Bir turuncu düşünün… Uzunca zamandır yakın-uzak her bir tanıyanı, ona gözündeki hüznü soruyor. Neden ağlamaklısın diyor. Gözündeki hüznüyle yaşadığını kabullenmekten başka çare kalmıyor turuncu kızımıza. Tam da bunların üstüne, bir mavili, en fazla 2 gündür tanış olunan, sağlam hikayesi olan, yıllar önce umutlarını hayallerini kendinin yitirdiğini düşünen, ama bir yerden hayata tutunmayı becerebilmiş bir mavi diyor ki, turuncunun hüzünlü sandığı gözlerine bakıp; “Ne güzel gülen gözler görmek, ne güzel pozitif insanlarla olmak, inandığınızı görmek, mutlu olmak sizinle. Harikasınız siz, deli olmalısınız ancak” diyor.

***

Hoş geldin Yaşayan Kütüphane!

Hiç yorum yok: