Temmuz 14, 2007

Çocuktum..


Çocuktum; küçük, küçücüktüm daha. Dayımı kaybettikten sonra anlamıştım onun farklı olduğunu. O yüzden insanlar bana "farklı" olduğumu söylerken, hiç ölmeyeceğimi sanırdım. Çünkü ölünce anlayacakları bir şey kalmamıştı artık, sihir bozulmuştu. Küçük, küçücüktüm daha.. Bütün arkadaşlarımın annesi onları evde beklerken, benim annem çalışıyordu, farklıydı. Hayatım boyunca nefret ettiğim bir sıfatım vardı: "çalışan annenin çocuğu". Herkesin ilk arkadaşı dostu mahalledendi, zira ilk aşkları da benzerdi. Benimse ilk dostum, arkadaşım, aşkım benden 45 yaş büyük büyükbabamdı, farklıydı. 5 yaşında bile değildim, onunla kokoreç yemenin ilk kez keyfine vardığımda. Okuldaydım. Henüz ilkokuldayken öğretmenimin plan defterine yazı yazardım. Yazım güzeldi çünkü, oysa ben hep inkar ettim bunu. Öğretmenimle evliliğin zorluklarından sohbet edecek kadar erken olgunlaşmıştım, güzel yazı yazmak neden önemli olmalıydı ki. Sınıf arkadaşlarım istedikleri bebek alınmadığı için ağlarken ve erkeklerle arkadaş olmak yerine onlarla kavga ederken, ben çoktan ergen olmuş onlara bunun korkulacak bir şey olmadığını anlatıyordum her gün bıkıp usanmadan. Erkeklerin en sevdiği kızdım sınıfta. O yüzden kızlar da beni pek sevip dinlemezdi ya. Sınava girip istediğim bir liseye girdiğimde yanımda babam (farklıydık, bir türlü birbirimizin varlığını kabullenememiştik) vardı. Ben heyecandan ağlayıp tebrikleri ne şekilde alacağımın hayalini kurarken, bana ilk söylenen " Çok mu lazımdı, her gün evden bir dünya yol gideceksin. Bak yakında lise var, ben ona gittim n’oldu". Doğru hiçbir şey olmamış ! Ama eve yakın olan lise anadolu lisesi değildi, sınava bile girmek gerekmiyordu oraya gitmek için. Artık büyüdüğüm semtten çıkma vaktim gelmişti. Annemse hala çalışıyordu ve ben hala en iyi dostum büyükbabam, en yakınım sınıftaki erkeklerdi. Mor çoraplarım ve pembe ayakkabılarımı her gün giydim inatla ve müdür her gün kızdı bana. Saçlarımı toplamıyordum, her gün ayakkabılarımla aynı renk küçük tokalar takıyordum. Müdür okulu dereceyle bitireceğimi anladığı gün, ayakkabılarımın aynısından istemişti bizzat benden. Bir gün üniversiteyi kazandığım haberini aldım. Babama inat Ankara yazmıştım. Oysaki mor çorap ve pembe ayakkabılarımla İstiklal'e ayak basmadığım, Galata'ya inmediğim ve sabahları Beşiktaş'ta simit-çay keyfi yapmadığım günler yaşamadığımı hissederken. Yanımda babam vardı, Ankara'ya gidecektim. "Sen Ankara'da yaşayamazsın, sanki sana oku diye baskı yaptık" demişti babam. En iyi dostumsa gururdan hüngür hüngür ağlamıştı karşımda ve tabiki dostundan ayrılacak olduğundan. Birilerine inat hala Ankara'dayım, hala İstiklal'de yürümediğim her günü yaşamadım hissediyorum. Çok fakir ya da çok zengin bir ailenin çocuğu değildim. Bu iki uçta olmayışımın açığını hayatımdaki uçlarla kapatıyorum sanırım. Farklıydım, ama bu bir kusurdu. Öldüğüm zaman anlaşılması gereken bir şeydi bu, erken anlamışlardı. Acaba ölmüş müydüm?! İnadına sıradan olmak istiyor, inadına basit yaşamak istiyordum. Bir kafama esip Mardin'e gitmek bile sıradandı asLInda benim için. Kepaze ya da muhteşem olma arasındaki gidip geliyordum, ikisini birden olmayı beceremiyordum. Farklıydı yaşananlar, farklıydı insanlar. Oysa aynı sınıflarda okuyor, benzer yemekleri yiyor, aynı koşullarda yaşıyorduk. Ama farklı farklıydık birbirimizden. Sevgiden çok saygı doluyduk, belki de bu yüzden. Kuzenleri ilgiden yorulmuş, gözlerindeki o çocukça ışıltıyı çoktan kaybetmişlerdi. Oysaki ablaları bir köy okulunda her şeyden habersiz bir çocuğa göz kırptığında dünyalara bedel ışıltıyla aydınlanıyor. Hatta hala ayakta duruyor olmasını buna borçlu olduğuna inanıyordu.