Aralık 02, 2007

"3 saat.." devamı var imiş!

[devamı varmış..unutmuşum..hatırlattılar.. eklemek gerekliliği hissettim]

3 saat.. [yazının öncesi]

- buldum, çok da güzel imiş…

Tüm bu heyecan Alpu’yu bulduğu için (miydi acaba? ) diye düşündü, “Neyi buldu” cevabını okuyunca. Aslında çok önce bulmuştu, Haller’in ışıkları altındayken hem de. Orada şükretmişti, iyi ki unutmuştu mutluluktan ağlamanın ne olduğunu ya da ilk kez orada ağlamıştı mutluluktan.

Alpu’yu buldum…

İzlediği bir filmden şu sözleri hatırladı: “Sophine School anıtının önünde yürüyordum. Benim yaşımda olduğunu ve benim Hitler’e katıldığım yıl idam edildiğini gördüm. Ve ancak o zaman genç olmanın bir mazeret teşkil etmeyeceğini ve o yaşta da doğruları bulabilmenin mümkün olduğunun farkına vardım. “

Doğruyu buldum…

‘Değerlerin evrensel olarak değerini yitirmesi’, nelerdi o değerler; benim değerim senin için de değer miydi?

Acaba ben neler yitirdim. Suçlu muydum, belki biraz da aptaldım.

Mesela şimdi şeyy istesem; neyse başka zaman!

—Otobüs mü geldi, peki tamam geliyorum; valizim yok teşekkür ederim, ben Ankara’dan gelen misafirim sadece”, diyerek, pembe ayakkabılarına dolan suyun çıkardığı sesle koşar adım ayrıldı yazar.

Kasım 28, 2007

asLInda vakit az..

Yol uzun..
Vakit kaybettik çok..
Kar da yağdı.. Basmalı umarsızca ve karın sesini duymalı..
Yaşayarak büyümeli.. oysa biz büyürken yaşamaya çalışıyoruz..
Yine makina elde, yüzükler olmadan asla ve sevgili küpeler..
Kulaklık olabilir, ne çalar; belki Ortaçgil belki Mercan Dede..
Çanta yine kocamanlardan, ne varsa içine doldurmalık tam..
Saçlar.. Her zamanki gibi dağınık..
Makyaj yine emanet gibi duruyor yüzde, hiç olmasın o halde..
Gözler kısık, ama hedef yok.. Bakınıyor öylesine..
gaLata'ya doğru yine yoL,.
Yörük Çıkmazı'na illaki uğramalı, çok zaman oldu..
paslı makas/yeni filiz..
asLInda çok basit..
basitin en zor olduğu günlerde..
Temize çekmeli bir bir..
...

Kasım 27, 2007

kar var!


ilk kar ankara'ya.. istanbul'a ne zaman yağar acaba.. ilk karında istanbul'un orada olmak ister insan.. sıcakcık hissetmek.. sahlep kokusu.. battaniyenin altında ve açık pencerenin yamacında.. annemin sesi gelir mutfaktan, anne anne kokar evin içi.. diğer yandan 'baLım'sı olmak, olabilmek, sevilmek ama 'o' taraflı sevilmek.. bilmem ki, var bir makas ama paslı, çıkmak ister her şeye rağmen yeni filizler..

kış resmen geldi, hadi bakalım ;)

Kasım 21, 2007

Gün’E’eş


Hapis… Tutuklu… Tutuk…

Işık yok. Gökyüzü yok. Gün yok. Güneş yok. ‘Gün’e ‘eş’ de yok.

Soğuk var. Gözyaşı var. Demir var. Parmaklık var. Zincir var. Koğuş var. Gardiyan var.

Çocuk var. Artık umut da var… (12.08.2007 – 05.02)


-------------

İki kadın gözbebekleri titreyerek baktı birbirine. Benzerdi içlerinden geçen.. Aynıydı dualar.. Çaresiz tutsaklıklar, yollar 'bir'di..

Soğuktu çok, ama umutlar sıcak..

Güneş gibi ısıtabilmek, ışık verebilmek günlerine eş olabilmek için, onların en güzel ışık ve eş olduğunu hep akılda tutarak.. Gün'E'eş...

Ekim 21, 2007

Şey gibi...

Şey gibi.. Böylee.. Heyecanlı, keyifli,,..

İçkisiz sarhoşluğun örneği :)

"En küçük ses bile gökgürültüsü"

Atın beni mor kuşaklı bir takaya, götürün..

Ekim 17, 2007

Söveceğim!

Sinirliyim..
Kime?
Bana..
Ay banaa..
Yok küfür etmiyorum..
asLInda etsem şık olurdu, durum sebebiyetiyle yani..
Quizin mi var neyin var! Otur çalış..
Madem kilo vereceksin, sevmedin son 1 yılki seni, git spor yap, otur kabak ye!

Gezeceğim, söveceğim, görürsün bana neler edeceğimmmm !!

Ekim 10, 2007

...

Yitenler..
Yitirilenler..
Hoşgelenler..
Belki de hiç gelmemiş olanlar..
Şehirler..
Özlenenler..
Sokaklar..
Eskiler..
Eksikler..
Yollar..
Yolculuklar..
Kule..
Işıklar..
Deniz..

Ekim 02, 2007

düz insan..


kişi değil önemli olan.. hissedilen daha önemli, zira hissedilmesine neden olanın o kişi olduğu da yadsınamaz.. şahsen sadece düz oluşu güzel..

düz insan..(kötü manada değil, iyi bi insan için dendi bu laf)

ayrıntısız.. düz dümdüz.. (kim olduğunu söylemem, ezgiii biliyor bir tek:)


NOT: Evet bir süre yazmayacaktım bloga, ama hala almadım kendime pembe bir tüylü defter.. Lab kağıtlarının arkasına, codeların arasına sıkıştırdığım harf kümelerini değil, klavye başında çıkanları yazıyorum sadece (ki bir yazı kalem tutmadan yazılınca histen yoksundur bence). Neyse toparlanana kadar (Dağıtmıştım ya hani) pembe defter ve lab kağıtlarının boşluklarıyla başbaşayım.

Düz insan, bak o kadar dümdüzsün ki, klavye başında öylesine yazıyorum ne yazdığımı bilmeden belki de.. Umarım kaleme düşmezsin yoksa düz insan olmazsın artık ;)

Eylül 16, 2007

küçük hesaplar/büyük kavgalar..


Küçük hesap yapıyormuş birileri, diğerleri de büyük kavgalara düşüyormuş sonra.. Oysa insanız biz..

Eylül 14, 2007

Yıprananlar Elini Kaldırsın !!


Siz hayatı kaç kez tozpembe gördünüz? Daimi midir bu tozpembe bakışlar?!

Ben de hiç tadmadım bu hissi diyemem. Hatta "ne zamandı?" dediğimde en yakın 2 tane geliyor bile aklıma.

Peki ya en olmayı istediğiniz biriyleyken ya da halde/yerdeyken hep tozpembe mi görmüşüzdür olan biteni... Ya da göremeyiş(im) neleri getirmiştir beraberinde?! Bu noktada siz tozpembecilerle ayrılıyor yollarımız.

Tedirginklik.. Korku.. Hep bir karpuz yemiş midem şişmiş halleri.. Emin değilim... Bugüne kadar tam olarak adlandırılamamış bir duygu da olabilir.

"Yıprandım" olabilir mesela bu adı belirsiz duygunun getirisi (götürüsü mü demek daha uygun acaba?!) Peki insan ne zaman yıpranır. Boyutu nedir bu yıpranmanın.. Çeşidi ya da.. Kategorileştirilebilinir mi yıpranmak... Yoksa aşamaları mı vardır?! Hangi mertebeden geçmeli insan yıpranmak için.. Bir öncesi nedir? ya da var mıdır "Yıprandım"dan sonrası.. Nasıl anlaşılır yıpranmış olmak ?!

Hatırlamak istemediğimi iddia ettiğim, ama unutmamak için her andan bal gibi de öykü(cük)ler (bayık hem de) çıkardığım "öncesi"ni yeniden yaşar mıyım bilmem! "Sonrası"nda adım atacağım basamak (basamaksa adım attığım, yükseliyor muyum hala - her zaman iyi olan yükselmek midir hem ?! ) ne getirir tahminlerim var!

Gitmek - dönmek arasındaki mesafenin 3.perdesi yarınla birlikte başlıyor. Sonrasını yaşayacağım, öncesini yeniden görmem ise imkan dahilinde. (yanımdaki kız ışığı kapatmamı istiyor. Uyuyacak belli. Ben de uyurum, amelie film müzikleri çalıyor: güzel seçim. Saatler var ankara'ya)

***
tdk diyor ki:

Yıpranmak:
1 . Zamanla veya çok kullanılma sonucu aşınmak, eskimek:
"Gömleği ütülü ama yıpranmıştı."- Y. Z. Ortaç.
2 . Makine veya makine parçaları aşınıp bozulmak:
"Dikiş makinesi kullanıla kullanıla yıprandı."- .
3 . Saygınlığı azalmak. !!!!!!
4 . mecaz Çeşitli etkenlerle eski gücü kalmamak:
"Onun zekâsı hiç yıpranmamış."- .


İtiraf ediyorum. Yıprandım. Emeği geçenlere inatla saygı.


(14.09.2007 - 02:26 - ist/ank otobüsü)

Eylül 10, 2007

pusu / kuytu ..

pusu kurmak istediğimden değil kuytuyu çok sevdiğimden ileri gelmekte bu vaziyet..

valizle olan ilişkim de uzun süreli değil ama; gitmek bir kez, dönmek de bir kez olduğundan ikisi arasında alınan mesafede sık sık sevişeyazarken bulurum kendimi valizlerle.. her zaman hazırlanacak bir çanta, 'aman ha unutulmayacaklar'ın olduğu bir de listeniz olur.. şampuan mesela, akmasın diye poşetle muhafaza edilir kendisi, zira akışkandır... havlular ve çarşaflar genelde sevilmez, tek parça olup da bu kadar 'ben'ci olan onlar vardır bir tek.. valizde her eşyaya tahsis edilen yerden mutlaka fazla fazla alandır onlar..

sıkça kırılır tekerlekli valizlerin tekerlekleri, o heybetli yük altında.. kimi zaman aştiye giden metronun merdivenlerinde; kimi zaman da yurdun 'en' üst kat merdivenlerinden, biteviye taklalar atarak, çok da aheste olmayan hareketlerle süzülmez, adeta intihara teşebbüs eder.. sonrasında ise kırılan tekerlektir, sadece tekerlek; üstelik biri kırılırken diğerini de öksüz bırakır gitmek-dönmek yolculuğunda..

sadece valiz de değildir başa dert olan, valiz ailesine mensup daha ufak olanlar vardır.. sırt çantası bulunur illaki, bir de dizüstü çantası vardır ki, en az valiz kadar derdi bol olandır.. dizüstü çantasının, sadece dizüstü için olduğu yazmadığından kullanım kılavuzunda; içine birçok kitap (ki okul dönemiyse ders kitabıdır bunlar ve kütükle eşdeğerdir), mp3 çalar, cüzdan, etiform paketi (her firma light ürün vermiyor, insan acıkıyor 6 saatlik yolculukta), telefon, sanki priz varmış gibi dizüstünün dizüstünden ağır, artık onsuz çalışamayan (çünkü şarj edilebilirliğini kaybetmiş bir pili var) kütlecik... çoğu kez de kopar dizüstü çantasının omuzda durmasına yardımcı olan parçacığı.. 3 kez otobüse koştururken koptu, çalınıyor sandım panik oldum; oradan biliyorum...

yolculuk konusuna girmek, kuytuyu çıkılmaz hale getirir. Hele bir de aşti mevzusu var akıllara ziyan... O yüzden başka bir zamana erteleyelim onu...

Gitmek-dönmek yolculuğunda kişi hassas oluyor abartı derecesinde.. Ot'a/bok'a fazlaca bir alınganlık durumu söz konusu kaçınılmaz olarak ve hatta eşi dostu kaçıran boyuttan :) cımbızla olan bağlarınızı bile sıkı tutmaya çalışıyorsunuz. Bir örnek en basitinden; cımbızı kaybolmuş, başka cımbızla kaş alamazmış, kökten çıkarmaz koparırmış kaşı tanımadığı cımbız.. sonuç: koca yaz bulunamayan cımbızın yası, şekli bozulan kaş. şaşılası ki, her hangi bir valiz operasyonunda cımbızı olması gerektiği yere değil de başka bir minicik el çantasına konmuş bulmak, mutluluk içinde şekli bozuk kaşlara veda etmek... cımbız işte, alınganlığın kıl-tüy boyutuna varırcasına çığrından çıkması..

hiç bir zaman da yiğitliğe toz kondurmamış, aşti'ye birilerinin gelip valizlerimi taşımasına izin vermemişimdir, bu nedenledir ki, ankaralı taksicilerin dilini çok iyi konuşabilirim.

hani şimdi giderayak nedir bu manadan yoksun serzeniş ?! herhalde gidiyor olmanın alınganlığından sebeplenmekte..

cidden ama pusu kurmak istediğimden değil; kuytuyu sevdim, kalasım var.. istiklal'de her akşam tur atasım, 'eve gidiyorum' un dolaylı tümlecinin hep 'ev' olarak 'kalsa ya!' isteğim var.. yok canım, boğazımda yumruk mu var, düğümcüklendi mi?! alakası yok, külliyen yalan! kuytuyu sevdim dedim ya sadece, gereksiz çıkarımlarda bulunulmasın lütfen, rica ediyorum (hıh) !

Eylül 08, 2007

Kütüphanenin Yazlıkçıları :)



Hoş geldin Yaşayan Kütüphane!

İki hafta önce “ne olacak, nasıl olacak” telaşının tedirgin heyecanıyla dolu gözlerde, bu kez “çok güzel oldu, iyi ki de oldu”nun gururlu heyecanı vardı.

Eğitimde olduğumdan 1 saat gecikmeli de gidip alkış, kıyamet, mutluluk gözyaşları faslını kaçırmış olsam da, ofisin bahçesine girdiğim an gördüğüm yüzler yaşattı aynı duyguları bana da. Uzun zamandır yaşamadığım, neredeyse unuttuğum “eğlence” denen olmazsa olmazı beraberinde getiren yüzler…

Zil zurna saatler sonra :)

Ankara kokusunun burna değmeye başlaması ve hatta direğini sızlatması…

Ağlamamak için hep bir gülme çabası…

Hayata doluşan bir sürü “yeni” … iyi ki tanımışım sizi, henüz o kadar da geç değilken üstelik…

‘Hoş gelenler ve hoş gidenlerin yaz’ı…

İyi ki varsın Yaşayan Kütüphane!

***

Bir Turuncunun Defterinden…

Bir Turuncunun Hayatı Boyunca Yaptığı ve Yapacağı İşlerin Hep En Başlarında Kalacak, Hep Yaşayacak Kütüphanesi


İnsan insanaydık, “biz bize” derler ya onun gibi… Yan yana, yamacımda hissedercesine… İletişimin salakça elektronikleştiği, sesteki vurgu ve harika tiyatrallığın şebek “icon”lara yüklendiği, en çok da bundan şikayet edip dururken insanların nefesini hissetmek, gözbebeklerini görmek, deymek ne güzel bir samimiyettir. Sanki her şeyden önce de ruhlardı birbirine değen; ondandı bu kadar güzel, anlamlı oluşu.

Peki ya birbirini tanımayan bunca insan, öylesine bir sokakta ya da dolmuşta karşılaşsaydı; farkında bile olmayacaktı belki de. Belki de değil, kesin öyle. Günlük koşuşturmacayla, kafada dolanan kuyrukları birbirine deymeyen tilkilerle meşgul olan biz (siz, onlar), yanından geçen onu (bunu, şunu) görmeyecekti bile. Görseydi bile, öylesine bakacak belki kıyafeti için içinde bir çift kelam edip, daha o an unutacaktı. Ama bunlar olmadı. Bir kütüphane doğdu, yaşarken yaşattı. Nefesleri, sesleri, tenleri, ruhları bir araya getirdi.

“Neymiş lan bu?!” deyip de geleni bile şaşkın hallere soktu. Kataloğun kapağı öylesine açılmışken, heyecan siniverdi birden her bir sayfasına.
“O mu, bu mu? Yok yok önce bunu okuyalım, diğerini de mutlaka okumam lazım ama. Amaann, ne okuması; sohbet işte, konuşacağım yani, soru falan… İşte ben okur, o kitap…”

Ne mutlu olmalıyız ki, kafalara soru işaretleri düştü. “İşte bu da insan. Ne diye böyle uzaklarda, başka bir şeymişçesine görmüşüm ki, cık cık cık!!”

“Hmm, güzel proje. Ama benim önyargım yok. E peki, madem illaki bakın diyorsunuz; bir göz atayım kataloğa.” Çevrilen her sayfada, gözler önyargılar üzerinde dolanırken büyür ayrıca. “Aaaa evet, ama bu doğru. Şeyyy, tamam! Ben bu kitabı okumak istiyorum. Mümkün mü?!”


Peki ya bir turuncunun burnunun direğinde depremler yaşatan anlar olmadı mı ?! Olmaz mı!!: Hani biliyoruz ya Hiv + öyle dokunmayla, aynı bardaktan içmeyle bulaşacak şey değil. Ama insan işte, gerekmediği yerde şüpheci, gereken yerde sorgulamadan bakan. Neyse hikayeye dönelim: Hiv + kitap okunmuş, minderinden kalkmış, dinlenmek için büyük çadıra geliyor. Ama durduğu yer yüksekte, ineceği yol kaygan kumla kaplı ve dik. Karşısında bir turuncu… O an mavilinin ayağı kayıyor. Turuncu bir duralıyor. Tutsam mı, amaa… Salak mısıni ne aması, aaa turuncu asLI… Aç kollarını düşmesin,acımasın canı… Hatta sarıl bir de üstüne…

Bir turuncu düşünün… Uzunca zamandır yakın-uzak her bir tanıyanı, ona gözündeki hüznü soruyor. Neden ağlamaklısın diyor. Gözündeki hüznüyle yaşadığını kabullenmekten başka çare kalmıyor turuncu kızımıza. Tam da bunların üstüne, bir mavili, en fazla 2 gündür tanış olunan, sağlam hikayesi olan, yıllar önce umutlarını hayallerini kendinin yitirdiğini düşünen, ama bir yerden hayata tutunmayı becerebilmiş bir mavi diyor ki, turuncunun hüzünlü sandığı gözlerine bakıp; “Ne güzel gülen gözler görmek, ne güzel pozitif insanlarla olmak, inandığınızı görmek, mutlu olmak sizinle. Harikasınız siz, deli olmalısınız ancak” diyor.

***

Hoş geldin Yaşayan Kütüphane!

Eylül 02, 2007

"Kara Güneş" Altında Dans Etmece...




Güneş var, adı kara... Karanlıkta ışıyor en çok da. Hiç olmadık bir anda Tünel'de yürürken bir ezgi kaplar tüm caddeyi ve caddeyi dolduranları...

Hani bozuluyordu ya ezberler... Mini mini(!) bir kıız, sokakta olmaması gereken bir saatte, hep sarı güneş altında olmalıyken, bu sefer 'Kara Güneş' altında... En güzel yere varan en güzel caddede üstelik "Kara Güneş" altında dans etmece; özgürce, hayalle, dileyerek, 'AŞK'la... Yaka kartıyla, sırt çantasıyla, yorgun bedeniyle ama huzurla... Kara Güneş bulutların ardına çekilir, sarıya bırakırken yerini; caddede adımlar 'Yaka Kartlı:)))' ve sözlerini hatırlamadığı ezgiyi mırıldanır; bir dahaki güneş altında "Badem Ağacı"yla dans etmece hayaliyle, dileğiyle...

Ya Kara Güneş altında dans edememece olursa?!

gaLata gaLata dedim, muradıma erdim :)



Şenlik varmış, sokaktaymış, Hangar'ın "hangar hayali" varmış... (Biz de bir yerlerinden Hangarlı olduk artık;)

Dört köşe olmak için neden çok, yorgunluk kendini hissettirir safhada.. Sorgularken bu iki günde çok şeyi, sağıma soluma bakındım bir. En sevilen yer gaLata kulesi değil miydi? en çok istenen arşınlamaktı o yolları.. İşte fırsat,,,... İşte kule, işte gaLata, işte oralı çocuklar... Midyecisi, sıkılganı, heyecanlısı, hayran olanı,,,... Önlerine seçenek sunulmamış ama inadına çok çok zeki çocuklar... Kiminin ikamet yeri Tarlabaşı; hikayeleri bol, biri babaya yardımcı elma soyar dilimler; leziz :)

En güzel sokaklar gaLata'da, en güzel ışıklar kulenin en tepesinde (hem tepe, hem en!), ışıl ışıl çocuklar tepenin de üstünde...

Oldu işte, gaLata'da doğdum ben yalanı içsel olarak gerçek artık.. Hem boyalı duvarı bile bulmuşken başka keyif mi aranır...

He bi de, "bazı" şeyleri sadece istemek yetmiyormuş, ben bugün bunu gördüm !!!

Ağustos 26, 2007

Biz "Yaşayan Kütüphane"yi Çok Sevdik !!


Gittik geldik bile... 3 gün nasıl geçti bilemedik. Sonunda ağlarken kahkaha da atılabiliyormuşu gördük mesela. Çok sevdik; ilk ama son olmasın bu kütüphane dedik. Tanıştık tanıştırdık; dinledik anlattık.. En çok da gülümsedik; huzurdan olsa gerek... bi tık :)

*****

Koşturmacanın arasında göze hüzün süren çok şeyi hatırlamamak; sırf o an için bile olsa. Sizi tanımayan insanların gülen gözlerinize defalarca teşekkür etmeleri.. Evet evet; hüzün gidiyor gözden yavaş da olsa; isteyince yapılmayacak yok imiş, ben bunu öğrendim en çok da (idol 1 & 2 tanışması:)

Güvenmek sonra... Zil zurna dans etmek... Derdi paylaşmak, çare aramasını beklemeden; sadece dinlemesinin istemek.. İnsan ya, her zaman olmuyor 'bir' başına..

Tabular yıkılıyor zil zurna... Adımlar hızlanıyor, büyüyor. 'Yeni'den sevebiliyor, 'yeni'den kırılıyor kalbi; olsun kırılsın, sevebiliyor ya, en güzeli belki de... 'Yeni'ye izin var artık, seLLuka hüznüyle vedalaşıyor... (Ortaçgil mrıldanıyor arkadan, hiç susmasa hayat boyu)

Ağustos 23, 2007

Siz Hiç Kitapla Konuştunuz Mu?!


Çatlayın, kıskanın ben bugün konuştum,, hem de bir sürü kitapla,, ohh :)) Efendim efendim, duyamadımm?! Nee illaki sen de mi konuşmak, görmek istiyorsun.. Son bi şans o zaman; 24-25-26 Ağustos'ta BarışaRock Alanında görüp göreceğin en sesli kütüphaneyee bekliyoruz seni..

Ağustos 08, 2007

"Evde 1 Gün Nasıl Geçirilir"in Özeti..Buyrun..


Bugün 4 film izledim. Ağladım. Kola içtim. Ağladım. En secdiğim yemeği (semizotu) yaptım. Ağladım. Soğan kavurdum. Ağladım. Saçıma yemek kokusu sindi. Ağladım. Oturdum. Ağladım. Yattım. Ağladım. Güldüm. Ağladım. Markete gittm. Ağladım. HAva sıcaktı. Ağladım. Taksim'e gitmek istedim. Ağladım. Üşendim. Ağladım. Yoğurt yedim. Ağladım. Uykum geldi. Ağladım. Uyumadım. Ağladım. melih, serhan, cem, nesli, ersin, şule, fatma, ezgi, ciCCim, sahra, kemal, fatih, serdar, fırat'ı özledim. Ağladım. Mardin biletimi iptal ettim. Ağladım. NArgile çekti canım. Ağladım. Kontörüm eksiye düştü. Ağladım. Kilo aldım. Ağladım. Diyetteyim. Ağladım. Kitap okudum. Ağladım. Rapor yazdım. Ağladım. Müzik dinledim. Ağladım. Saçım çok uzamış. Ağladım. Ojem bozulmuş. Ağladım. Su içmekten bıktım. Ağladım. Dişim ağrıdı. Ağladım. Seçim mürekkebim hala çıkmadı. Ağladım. Özledim. Ağladım. Sustum. Ağladım. Konuştum. Ağladım. Bağırdım. Ağladım. Kızdım. Ağladım. Hayal kurdum. Ağladım. SAçımı taradım. Ağladım. Küpem kayboldu. Ağladım. CD-rom bozuldu. Ağladım. Telefon çaldı. Ağladım. Ekmek bitmiş. Ağladım. Karnım acıktı. Ağladım. Kaşım çıkmış. Ağladım. Cımbızım kayıp. Ağladım. Makyaj yaptım. Ağladım. Göz kalemim aktı. Ağladım. Aynaya baktım. Ağladım. Dans ettim. Ağladım. KAhve içtim. Ağladım.


Sonra annem geldi. Su bitmiş. Sucuyu çağırdık. Demiryolu sardı dört bir yanımı, yaz yaz bitmedi. TV izliyoruz şimdi. Yine yazarım, yine film izlerim. Belki bir şeyler yerim. Sonra da yatar uyurum işte.

Temmuz 14, 2007

Çocuktum..


Çocuktum; küçük, küçücüktüm daha. Dayımı kaybettikten sonra anlamıştım onun farklı olduğunu. O yüzden insanlar bana "farklı" olduğumu söylerken, hiç ölmeyeceğimi sanırdım. Çünkü ölünce anlayacakları bir şey kalmamıştı artık, sihir bozulmuştu. Küçük, küçücüktüm daha.. Bütün arkadaşlarımın annesi onları evde beklerken, benim annem çalışıyordu, farklıydı. Hayatım boyunca nefret ettiğim bir sıfatım vardı: "çalışan annenin çocuğu". Herkesin ilk arkadaşı dostu mahalledendi, zira ilk aşkları da benzerdi. Benimse ilk dostum, arkadaşım, aşkım benden 45 yaş büyük büyükbabamdı, farklıydı. 5 yaşında bile değildim, onunla kokoreç yemenin ilk kez keyfine vardığımda. Okuldaydım. Henüz ilkokuldayken öğretmenimin plan defterine yazı yazardım. Yazım güzeldi çünkü, oysa ben hep inkar ettim bunu. Öğretmenimle evliliğin zorluklarından sohbet edecek kadar erken olgunlaşmıştım, güzel yazı yazmak neden önemli olmalıydı ki. Sınıf arkadaşlarım istedikleri bebek alınmadığı için ağlarken ve erkeklerle arkadaş olmak yerine onlarla kavga ederken, ben çoktan ergen olmuş onlara bunun korkulacak bir şey olmadığını anlatıyordum her gün bıkıp usanmadan. Erkeklerin en sevdiği kızdım sınıfta. O yüzden kızlar da beni pek sevip dinlemezdi ya. Sınava girip istediğim bir liseye girdiğimde yanımda babam (farklıydık, bir türlü birbirimizin varlığını kabullenememiştik) vardı. Ben heyecandan ağlayıp tebrikleri ne şekilde alacağımın hayalini kurarken, bana ilk söylenen " Çok mu lazımdı, her gün evden bir dünya yol gideceksin. Bak yakında lise var, ben ona gittim n’oldu". Doğru hiçbir şey olmamış ! Ama eve yakın olan lise anadolu lisesi değildi, sınava bile girmek gerekmiyordu oraya gitmek için. Artık büyüdüğüm semtten çıkma vaktim gelmişti. Annemse hala çalışıyordu ve ben hala en iyi dostum büyükbabam, en yakınım sınıftaki erkeklerdi. Mor çoraplarım ve pembe ayakkabılarımı her gün giydim inatla ve müdür her gün kızdı bana. Saçlarımı toplamıyordum, her gün ayakkabılarımla aynı renk küçük tokalar takıyordum. Müdür okulu dereceyle bitireceğimi anladığı gün, ayakkabılarımın aynısından istemişti bizzat benden. Bir gün üniversiteyi kazandığım haberini aldım. Babama inat Ankara yazmıştım. Oysaki mor çorap ve pembe ayakkabılarımla İstiklal'e ayak basmadığım, Galata'ya inmediğim ve sabahları Beşiktaş'ta simit-çay keyfi yapmadığım günler yaşamadığımı hissederken. Yanımda babam vardı, Ankara'ya gidecektim. "Sen Ankara'da yaşayamazsın, sanki sana oku diye baskı yaptık" demişti babam. En iyi dostumsa gururdan hüngür hüngür ağlamıştı karşımda ve tabiki dostundan ayrılacak olduğundan. Birilerine inat hala Ankara'dayım, hala İstiklal'de yürümediğim her günü yaşamadım hissediyorum. Çok fakir ya da çok zengin bir ailenin çocuğu değildim. Bu iki uçta olmayışımın açığını hayatımdaki uçlarla kapatıyorum sanırım. Farklıydım, ama bu bir kusurdu. Öldüğüm zaman anlaşılması gereken bir şeydi bu, erken anlamışlardı. Acaba ölmüş müydüm?! İnadına sıradan olmak istiyor, inadına basit yaşamak istiyordum. Bir kafama esip Mardin'e gitmek bile sıradandı asLInda benim için. Kepaze ya da muhteşem olma arasındaki gidip geliyordum, ikisini birden olmayı beceremiyordum. Farklıydı yaşananlar, farklıydı insanlar. Oysa aynı sınıflarda okuyor, benzer yemekleri yiyor, aynı koşullarda yaşıyorduk. Ama farklı farklıydık birbirimizden. Sevgiden çok saygı doluyduk, belki de bu yüzden. Kuzenleri ilgiden yorulmuş, gözlerindeki o çocukça ışıltıyı çoktan kaybetmişlerdi. Oysaki ablaları bir köy okulunda her şeyden habersiz bir çocuğa göz kırptığında dünyalara bedel ışıltıyla aydınlanıyor. Hatta hala ayakta duruyor olmasını buna borçlu olduğuna inanıyordu.

Nisan 11, 2007

3 saat..

3 saat, aralıksız yağmur yağdığı bir zamanda bir otogara tıkmalı insanı bazı bazı, sürekli değişen insan yüzleri, ama değişmeyen bekleyiş; belki de ne bekleyip ne umduğunun farkına varış...

(bu bir hikayenin girişi, devamı için linki tıklayın :P)

ehem köhem ( gururlu öksürme sesi - gururlu öksürme tam olarak nedir, bilmiyorum :P) ;;; duyduk kii linke tıklama gibi bir hata yapmışsınız,, hikayenin bir kısmı daha sizlerle, afiyet olsun :)


yağmur hala yağıyordu, hatta o kadar ki yere düşen kocaman damlalar (ki yazarın gördüğü o şeylere hala damla demesi biraz abes kaçmaktadır :) şiddetinden geri sekiyor, yerde küçük fıskiyeler oluşturuyordu. 3 saati aşan bekleyiş artık 181. dakikasına girmek üzereydi, yazara eşlik eden Nietzsche bile sıkılmıştı uzatma dakikalarından. Kitap sayfalarının arası fazlasıyla rejim bisküvisinin kırıntılarıyla dolmuştu ve dolmaktaydı. Hava da şaşırmıştı, sabah güneş göstermiştim ben bu insanlara, şimdi de baya bi soğuk; durduk yere küfrettiriyorum kendime diyordu içten içe (ki yazar da ıslanmış pembe ayakkabılarına bakıyordu, küfür mü?, yok artık :) İnsanlar bekleyişten (belki de bekleyiş görünümlü kendiyle baş başa kalma seansından sonra sapıtmış olacak ki o soğukta dışarıda sigara içmeye cesaret ediyorlardı.

(tabi sayın kadın yazarımızın bir takım içsel sahneleri vardır duygusal anlamda, bunlar bir başka linke tıklayışınızda karşılaşacağınız şeylerdir :)

otobüsün kalkmasına 3 dakika vardı ve zorlu bir 207. dakikaya girilmişti, ama otobüs hala yoktu ortada. ( tabi bu çok düzenli ve sorumlu yazarımızın saatinin 5 dakika ileri oluşuyla ilgili bir durum da olabilirdi :P)
yok yok değilmiş,, otobüs cidden hala yoktu, galiba bu tam anlamıyla bir "terminalde tek başına vak'ası"ydı. ohh neyse ki gelmişti artık otobüs,, kitabın arasındaki kırıntıları silkelemek suretiyle 3 saattir bütünleşmiş olunan delikli, adına sandalye denen oturgaçtan kalktı yazar. Ama ters olan bir şey vardı, otobüs dolu gelmişti :D

hmm çünkü biz ara durakmışız, o kadar beklemeye böyle bir sıfat, "ara durak yolcusu"; o kadar ki asLInda o otobüsün gerçek yolcuları bile değildik. Durumu kabullenip otobüse binmek zorundaydı artık yazar, yoksa Nietzsche'den sağlam bir yumruk yiyecekti, bir kitap bu kadar karalanamazdı. Acaba otobüsün fazlasıyla havasız olmasına neden olan ve tabiri caizse fosur fosur uyuyan asıl yolcuların, sayın yazarımızın gerçekten yol arkadaşı mıydı? Evet, hala bir şeyler düşünüyordu yazar :p

"Aman yarabbimmm!" diye bir çığlık duyuldu. Tahmininiz doğru, bu ses yazarın içsesiydi,, oturduğu koltuğun kuzey, güney, batı, kuzeybatı ve güneybatısı acemi birliklerinden asıl yerlerine giden askerlerle doluydu, gerçeklik taşıyan yol arkadaşlıkları bir kitap yazılacak kadar anıyı barındırıyordu. Bütün bir yol; yedikleri, içtikleri, dinledikleriyle geçmişti; yazar ve Nietzsche köşeye sıkışmıştı; onca saat birbirlerinden sıkıldıkları anları şimdi özlüyorlar ve yalnız kalmak istiyorlardı :)

Ne, Allah'ım kör oldum, hayatımın terminalde bekleyişle başlayan bu kısmı kör olmakla mı sonlanacaktı. Aaa hayır, biri ışıkları söndürmüş, film mi izlemek zorundayız, eee ya ben izlemek istemiyorsam !! Peki peki ...

Filmm ,, adıı ,, terminal mii,, bir adamm,, aylarcaa,, mahsur mu,, yok artık...


(Yazarın terminalde yaşadığı içsel duygulanma ve dalgalanmaları okumak için linki tıklayın :p )