Eylül 16, 2007

küçük hesaplar/büyük kavgalar..


Küçük hesap yapıyormuş birileri, diğerleri de büyük kavgalara düşüyormuş sonra.. Oysa insanız biz..

Eylül 14, 2007

Yıprananlar Elini Kaldırsın !!


Siz hayatı kaç kez tozpembe gördünüz? Daimi midir bu tozpembe bakışlar?!

Ben de hiç tadmadım bu hissi diyemem. Hatta "ne zamandı?" dediğimde en yakın 2 tane geliyor bile aklıma.

Peki ya en olmayı istediğiniz biriyleyken ya da halde/yerdeyken hep tozpembe mi görmüşüzdür olan biteni... Ya da göremeyiş(im) neleri getirmiştir beraberinde?! Bu noktada siz tozpembecilerle ayrılıyor yollarımız.

Tedirginklik.. Korku.. Hep bir karpuz yemiş midem şişmiş halleri.. Emin değilim... Bugüne kadar tam olarak adlandırılamamış bir duygu da olabilir.

"Yıprandım" olabilir mesela bu adı belirsiz duygunun getirisi (götürüsü mü demek daha uygun acaba?!) Peki insan ne zaman yıpranır. Boyutu nedir bu yıpranmanın.. Çeşidi ya da.. Kategorileştirilebilinir mi yıpranmak... Yoksa aşamaları mı vardır?! Hangi mertebeden geçmeli insan yıpranmak için.. Bir öncesi nedir? ya da var mıdır "Yıprandım"dan sonrası.. Nasıl anlaşılır yıpranmış olmak ?!

Hatırlamak istemediğimi iddia ettiğim, ama unutmamak için her andan bal gibi de öykü(cük)ler (bayık hem de) çıkardığım "öncesi"ni yeniden yaşar mıyım bilmem! "Sonrası"nda adım atacağım basamak (basamaksa adım attığım, yükseliyor muyum hala - her zaman iyi olan yükselmek midir hem ?! ) ne getirir tahminlerim var!

Gitmek - dönmek arasındaki mesafenin 3.perdesi yarınla birlikte başlıyor. Sonrasını yaşayacağım, öncesini yeniden görmem ise imkan dahilinde. (yanımdaki kız ışığı kapatmamı istiyor. Uyuyacak belli. Ben de uyurum, amelie film müzikleri çalıyor: güzel seçim. Saatler var ankara'ya)

***
tdk diyor ki:

Yıpranmak:
1 . Zamanla veya çok kullanılma sonucu aşınmak, eskimek:
"Gömleği ütülü ama yıpranmıştı."- Y. Z. Ortaç.
2 . Makine veya makine parçaları aşınıp bozulmak:
"Dikiş makinesi kullanıla kullanıla yıprandı."- .
3 . Saygınlığı azalmak. !!!!!!
4 . mecaz Çeşitli etkenlerle eski gücü kalmamak:
"Onun zekâsı hiç yıpranmamış."- .


İtiraf ediyorum. Yıprandım. Emeği geçenlere inatla saygı.


(14.09.2007 - 02:26 - ist/ank otobüsü)

Eylül 10, 2007

pusu / kuytu ..

pusu kurmak istediğimden değil kuytuyu çok sevdiğimden ileri gelmekte bu vaziyet..

valizle olan ilişkim de uzun süreli değil ama; gitmek bir kez, dönmek de bir kez olduğundan ikisi arasında alınan mesafede sık sık sevişeyazarken bulurum kendimi valizlerle.. her zaman hazırlanacak bir çanta, 'aman ha unutulmayacaklar'ın olduğu bir de listeniz olur.. şampuan mesela, akmasın diye poşetle muhafaza edilir kendisi, zira akışkandır... havlular ve çarşaflar genelde sevilmez, tek parça olup da bu kadar 'ben'ci olan onlar vardır bir tek.. valizde her eşyaya tahsis edilen yerden mutlaka fazla fazla alandır onlar..

sıkça kırılır tekerlekli valizlerin tekerlekleri, o heybetli yük altında.. kimi zaman aştiye giden metronun merdivenlerinde; kimi zaman da yurdun 'en' üst kat merdivenlerinden, biteviye taklalar atarak, çok da aheste olmayan hareketlerle süzülmez, adeta intihara teşebbüs eder.. sonrasında ise kırılan tekerlektir, sadece tekerlek; üstelik biri kırılırken diğerini de öksüz bırakır gitmek-dönmek yolculuğunda..

sadece valiz de değildir başa dert olan, valiz ailesine mensup daha ufak olanlar vardır.. sırt çantası bulunur illaki, bir de dizüstü çantası vardır ki, en az valiz kadar derdi bol olandır.. dizüstü çantasının, sadece dizüstü için olduğu yazmadığından kullanım kılavuzunda; içine birçok kitap (ki okul dönemiyse ders kitabıdır bunlar ve kütükle eşdeğerdir), mp3 çalar, cüzdan, etiform paketi (her firma light ürün vermiyor, insan acıkıyor 6 saatlik yolculukta), telefon, sanki priz varmış gibi dizüstünün dizüstünden ağır, artık onsuz çalışamayan (çünkü şarj edilebilirliğini kaybetmiş bir pili var) kütlecik... çoğu kez de kopar dizüstü çantasının omuzda durmasına yardımcı olan parçacığı.. 3 kez otobüse koştururken koptu, çalınıyor sandım panik oldum; oradan biliyorum...

yolculuk konusuna girmek, kuytuyu çıkılmaz hale getirir. Hele bir de aşti mevzusu var akıllara ziyan... O yüzden başka bir zamana erteleyelim onu...

Gitmek-dönmek yolculuğunda kişi hassas oluyor abartı derecesinde.. Ot'a/bok'a fazlaca bir alınganlık durumu söz konusu kaçınılmaz olarak ve hatta eşi dostu kaçıran boyuttan :) cımbızla olan bağlarınızı bile sıkı tutmaya çalışıyorsunuz. Bir örnek en basitinden; cımbızı kaybolmuş, başka cımbızla kaş alamazmış, kökten çıkarmaz koparırmış kaşı tanımadığı cımbız.. sonuç: koca yaz bulunamayan cımbızın yası, şekli bozulan kaş. şaşılası ki, her hangi bir valiz operasyonunda cımbızı olması gerektiği yere değil de başka bir minicik el çantasına konmuş bulmak, mutluluk içinde şekli bozuk kaşlara veda etmek... cımbız işte, alınganlığın kıl-tüy boyutuna varırcasına çığrından çıkması..

hiç bir zaman da yiğitliğe toz kondurmamış, aşti'ye birilerinin gelip valizlerimi taşımasına izin vermemişimdir, bu nedenledir ki, ankaralı taksicilerin dilini çok iyi konuşabilirim.

hani şimdi giderayak nedir bu manadan yoksun serzeniş ?! herhalde gidiyor olmanın alınganlığından sebeplenmekte..

cidden ama pusu kurmak istediğimden değil; kuytuyu sevdim, kalasım var.. istiklal'de her akşam tur atasım, 'eve gidiyorum' un dolaylı tümlecinin hep 'ev' olarak 'kalsa ya!' isteğim var.. yok canım, boğazımda yumruk mu var, düğümcüklendi mi?! alakası yok, külliyen yalan! kuytuyu sevdim dedim ya sadece, gereksiz çıkarımlarda bulunulmasın lütfen, rica ediyorum (hıh) !

Eylül 08, 2007

Kütüphanenin Yazlıkçıları :)



Hoş geldin Yaşayan Kütüphane!

İki hafta önce “ne olacak, nasıl olacak” telaşının tedirgin heyecanıyla dolu gözlerde, bu kez “çok güzel oldu, iyi ki de oldu”nun gururlu heyecanı vardı.

Eğitimde olduğumdan 1 saat gecikmeli de gidip alkış, kıyamet, mutluluk gözyaşları faslını kaçırmış olsam da, ofisin bahçesine girdiğim an gördüğüm yüzler yaşattı aynı duyguları bana da. Uzun zamandır yaşamadığım, neredeyse unuttuğum “eğlence” denen olmazsa olmazı beraberinde getiren yüzler…

Zil zurna saatler sonra :)

Ankara kokusunun burna değmeye başlaması ve hatta direğini sızlatması…

Ağlamamak için hep bir gülme çabası…

Hayata doluşan bir sürü “yeni” … iyi ki tanımışım sizi, henüz o kadar da geç değilken üstelik…

‘Hoş gelenler ve hoş gidenlerin yaz’ı…

İyi ki varsın Yaşayan Kütüphane!

***

Bir Turuncunun Defterinden…

Bir Turuncunun Hayatı Boyunca Yaptığı ve Yapacağı İşlerin Hep En Başlarında Kalacak, Hep Yaşayacak Kütüphanesi


İnsan insanaydık, “biz bize” derler ya onun gibi… Yan yana, yamacımda hissedercesine… İletişimin salakça elektronikleştiği, sesteki vurgu ve harika tiyatrallığın şebek “icon”lara yüklendiği, en çok da bundan şikayet edip dururken insanların nefesini hissetmek, gözbebeklerini görmek, deymek ne güzel bir samimiyettir. Sanki her şeyden önce de ruhlardı birbirine değen; ondandı bu kadar güzel, anlamlı oluşu.

Peki ya birbirini tanımayan bunca insan, öylesine bir sokakta ya da dolmuşta karşılaşsaydı; farkında bile olmayacaktı belki de. Belki de değil, kesin öyle. Günlük koşuşturmacayla, kafada dolanan kuyrukları birbirine deymeyen tilkilerle meşgul olan biz (siz, onlar), yanından geçen onu (bunu, şunu) görmeyecekti bile. Görseydi bile, öylesine bakacak belki kıyafeti için içinde bir çift kelam edip, daha o an unutacaktı. Ama bunlar olmadı. Bir kütüphane doğdu, yaşarken yaşattı. Nefesleri, sesleri, tenleri, ruhları bir araya getirdi.

“Neymiş lan bu?!” deyip de geleni bile şaşkın hallere soktu. Kataloğun kapağı öylesine açılmışken, heyecan siniverdi birden her bir sayfasına.
“O mu, bu mu? Yok yok önce bunu okuyalım, diğerini de mutlaka okumam lazım ama. Amaann, ne okuması; sohbet işte, konuşacağım yani, soru falan… İşte ben okur, o kitap…”

Ne mutlu olmalıyız ki, kafalara soru işaretleri düştü. “İşte bu da insan. Ne diye böyle uzaklarda, başka bir şeymişçesine görmüşüm ki, cık cık cık!!”

“Hmm, güzel proje. Ama benim önyargım yok. E peki, madem illaki bakın diyorsunuz; bir göz atayım kataloğa.” Çevrilen her sayfada, gözler önyargılar üzerinde dolanırken büyür ayrıca. “Aaaa evet, ama bu doğru. Şeyyy, tamam! Ben bu kitabı okumak istiyorum. Mümkün mü?!”


Peki ya bir turuncunun burnunun direğinde depremler yaşatan anlar olmadı mı ?! Olmaz mı!!: Hani biliyoruz ya Hiv + öyle dokunmayla, aynı bardaktan içmeyle bulaşacak şey değil. Ama insan işte, gerekmediği yerde şüpheci, gereken yerde sorgulamadan bakan. Neyse hikayeye dönelim: Hiv + kitap okunmuş, minderinden kalkmış, dinlenmek için büyük çadıra geliyor. Ama durduğu yer yüksekte, ineceği yol kaygan kumla kaplı ve dik. Karşısında bir turuncu… O an mavilinin ayağı kayıyor. Turuncu bir duralıyor. Tutsam mı, amaa… Salak mısıni ne aması, aaa turuncu asLI… Aç kollarını düşmesin,acımasın canı… Hatta sarıl bir de üstüne…

Bir turuncu düşünün… Uzunca zamandır yakın-uzak her bir tanıyanı, ona gözündeki hüznü soruyor. Neden ağlamaklısın diyor. Gözündeki hüznüyle yaşadığını kabullenmekten başka çare kalmıyor turuncu kızımıza. Tam da bunların üstüne, bir mavili, en fazla 2 gündür tanış olunan, sağlam hikayesi olan, yıllar önce umutlarını hayallerini kendinin yitirdiğini düşünen, ama bir yerden hayata tutunmayı becerebilmiş bir mavi diyor ki, turuncunun hüzünlü sandığı gözlerine bakıp; “Ne güzel gülen gözler görmek, ne güzel pozitif insanlarla olmak, inandığınızı görmek, mutlu olmak sizinle. Harikasınız siz, deli olmalısınız ancak” diyor.

***

Hoş geldin Yaşayan Kütüphane!

Eylül 02, 2007

"Kara Güneş" Altında Dans Etmece...




Güneş var, adı kara... Karanlıkta ışıyor en çok da. Hiç olmadık bir anda Tünel'de yürürken bir ezgi kaplar tüm caddeyi ve caddeyi dolduranları...

Hani bozuluyordu ya ezberler... Mini mini(!) bir kıız, sokakta olmaması gereken bir saatte, hep sarı güneş altında olmalıyken, bu sefer 'Kara Güneş' altında... En güzel yere varan en güzel caddede üstelik "Kara Güneş" altında dans etmece; özgürce, hayalle, dileyerek, 'AŞK'la... Yaka kartıyla, sırt çantasıyla, yorgun bedeniyle ama huzurla... Kara Güneş bulutların ardına çekilir, sarıya bırakırken yerini; caddede adımlar 'Yaka Kartlı:)))' ve sözlerini hatırlamadığı ezgiyi mırıldanır; bir dahaki güneş altında "Badem Ağacı"yla dans etmece hayaliyle, dileğiyle...

Ya Kara Güneş altında dans edememece olursa?!

gaLata gaLata dedim, muradıma erdim :)



Şenlik varmış, sokaktaymış, Hangar'ın "hangar hayali" varmış... (Biz de bir yerlerinden Hangarlı olduk artık;)

Dört köşe olmak için neden çok, yorgunluk kendini hissettirir safhada.. Sorgularken bu iki günde çok şeyi, sağıma soluma bakındım bir. En sevilen yer gaLata kulesi değil miydi? en çok istenen arşınlamaktı o yolları.. İşte fırsat,,,... İşte kule, işte gaLata, işte oralı çocuklar... Midyecisi, sıkılganı, heyecanlısı, hayran olanı,,,... Önlerine seçenek sunulmamış ama inadına çok çok zeki çocuklar... Kiminin ikamet yeri Tarlabaşı; hikayeleri bol, biri babaya yardımcı elma soyar dilimler; leziz :)

En güzel sokaklar gaLata'da, en güzel ışıklar kulenin en tepesinde (hem tepe, hem en!), ışıl ışıl çocuklar tepenin de üstünde...

Oldu işte, gaLata'da doğdum ben yalanı içsel olarak gerçek artık.. Hem boyalı duvarı bile bulmuşken başka keyif mi aranır...

He bi de, "bazı" şeyleri sadece istemek yetmiyormuş, ben bugün bunu gördüm !!!