Ocak 13, 2010

87 Taksim - Edirnekapı

İnsan nasıl bir mekanizma, bünyesinde kaç tane ve çeşit sistem barındırıyor kestiremiyorum. Psikolojisi nasıl işliyor, dişliler birbirini nasıl bu kadar hızlı takip ediyor şaşıyorum.
Korkuyorum. Çözemiyorum. Algılarımın yetersizliğini kabul edip izliyorum.

Otobüste biri ayaklarımın dibinde bayıldı. Kafası, dizlerim ve ayaklarım arasındaki çocukken defalarca tekme yemiş kemiğime çarptı.

Ağzından kırmızıyla karışık, yapışkan, akışkanlığı az sarı bir sıvı akmaya başladı. Kafasını yere vuruyordu, vurdukça "tak tak" sesi beynimde yankılanıyordu.

Herkes geri çekildi. Ben de.

Birisi ağzını açmaya çalıştı. su uzatmaya başladı insanlar etraftan. Bense kaşlarımı çatmış izliyordum, ama orada olduğumu sanmıyorum o an.

Yüzünü yıkayıp oturttular. Otobüs durmuyordu tüm bu olanlar esnasında.

Birden kendine geldi, ağlamaya başladı. Cüzdanını çıkardı; içinden kağıtlar çıktı. Rapormuş, bir de reçete. Bir ara dikkatli bakmaya cesaret ettim, 16 Mayıs 2008 yazıyordu. Üzerlerindeki kat izleri bu an'ı defalarca yaşamış gibiydi. Aşınan yerleri bantlanmış.Oysaki birazdan 14 günde "o" hale gelen dilini gösterecekti. İlaçlarını da hiç alamamıştı bugüne kadar ama Bakırköy ve Çapa'da bulabiliyordu. Güvensiz beynim senaryolar kurmaya başlamıştı daha olacakları beklemeden.

68 lira. İlacını alamıyormuş. Sürekli ellerini gösteriyordu ve dilinde 14 günde oluşan çatlakları. Epilepsi olduğu ve o an'ı hepimize yaşattığı içni özür diliyordu. Benimse kaşlarım hala çatılı.

"Allah rızası için" demeye başladı. Yok, hayır; ben kötü olmalıydım, art niyet düşündüğüm için.

Sanki bu oyun defalarca izleniyordu.

Nefesim otobüsün gitgide ağırlaşan kokusuna karışmakta zorlanıyordu.

Etraftan beşer onar banknotlar yağmaya başladı. 68 lira tamamlanamadı. "Allah rızası için" yüksek sesle sıkça söyleniyordu artık. Birer liralar gelmeye başladı bu kez. Her gelen parada helallik istiyordu. Bu; ya deneyimli oluşunu ya da sahiciliğini gösteriyordu. Bilmiyorum.

Nefesimin giderek ağırlaştığını hissedebiliyordum. Hala; yazarken de, otobüste.

Ne yapmalıyım emin değildim; hatta ne kanaat getirdiğime de hala karar vermemiştim. Bir sürü kişi hep bir ağızdan "Helal olsun" derken, benim donup kalmam acaba kötü olduğumu mu gösteriyordu, bundan bile emin değildim. Vermeli miyim, onu da bilmiyorum.

Yanımda bilgisayardan sonra en çok para verdiğim (anneme verdirdiğim) fotoğraf makinem vardı. Objektif ve çantasıyla 1290 lira. Çantamda ise önümüzdeki iki gün harcamak için ayırdığım son param, 15,60 lira. Vermedim para. Neyin ardına sığındığımı da boşveriyorum, çünkü ne bulsam canım acıyacak biliyorum.

Derken, bir kadın bayıldı. Sanırım kokudan. Kendi ağzı kokar ya insanın, duymaz; başkasının ki ise kusarcasına azap verir o koku.

Kadına su verdiler. O sustu.

Birkaç helallik ve "Bugün de dilenci oldum ya!" nidasından sonra, indi, "Nereye gidiyorsun?" sorularına maruz kalmaya başlayınca.

Ardından bir karmaşa, "Bunlar hep böyle!", "Ne! Para mı verdiniz?", "Abarttı ya, evet", "Ağızlarına balon koyup patlatıyor bunlar"..

Yanımdaki adam "Tayyip ve takımı bu hale getirdi bu ülkeyi. Onlar gidene kadar ben de gelmeyeceğim, gidiyorum" diye mırıldanıyordu.

Para verenler pişmanlığını örtbas etmek için epilepsili genci savunuyordu. Biriyse "Bir gün gerçekten olursa yine mi inanmayacağız, yapmayın!" dedi.

Karmaşa durmuyordu.

Bir ses: "Allah'a o kadar inanıyoruz ki; bunları ne öldürüyoruz ne de vuruyoruz!" dedi. Sanırım akşamın tüm olan biteni buydu.

O an, nefesim durmuştu, dizlerim tutmuyor gibiydi ama ayaktaydım. Göz göze geldik söyleyenle. Tüm gözler üzerimde, bir şey yapmamı bekliyordu.

Bir an konuşmak istedim. " 'Oyun'sa bile ona bunu yaptıran ne?!" demek istedim. Bugüne kadar yüzlerce kişiye anlattığım şeyi, şimdi orada anlatamıyordum. Dehşetim tüm sözlerin önüne geçti, bir bir boğazıma dizildiler. Kulaklarım uğuldadı.

İnmek istedim ama bir an önce ananemin benim için yaptığı pırasa yemeğini yemek istiyordum.

Oturdum. Şiddetle haykıran adam da inince "Öldürmeyin!" dedim birden; yanımdaki kadın ona bir şey diyorum sanıp bana döndü. Ben bakmadım; olanları izlerken çattığım kaşlarım hala aynı şekilde duruyordu.

Kalem çıkardım, soğuktan donmuş gibiydi. Otobüste başladım yazmaya, şimdi minibüste devam ediyorum. "Bu" an'a yetiştim; şimdiki zamana. Olan biten -di'li geçmiş zaman olmasına rağmen ben -miş'li tadındaydım hala.

Sustum ya; onca zamandır birlikte iyi yaşam için söylediğim herşeyin, bu gece bir avuç arada kalmış insan karşısında suskunluğa dönüşmesine şaştım. Ne zamandır yemediğim tokat bu akşamı bekliyormuş.

Oysa; Kumbara'da bu akşam saatlerce dünyayı kurtarmış, "Objektifle Barış Masalı" ismini aramıştım tasarladığım atölyeye; arada saçlarımla oynayarak. Barışı anlatacaktım, yeni ve daimi merakım fotoğrafla. Oraya geri dönmek ve nefes almak istedim. Balkonda bir nefes çekmek bıraktığım sigaradan, şimdi alamadığım nefese inat. 'Bir otobüste "Barış" nasıl anlatılır'ı orada, dünyayı kurtarma hayallerimin arasına sıkıştırmak istedim.

"Neden?!" dedim. Cevabını bulmam gereken hangisiydi: "Kafası bacaklarıma çarpan gencin epilepsi olup olmadığı" mı yoksa "Nasıl 'Barış'ırız?" mı olmalı.

Altı gün sonra Agos'un önünde ne için ayakta durmalıyım. Susacak mıydım yine? O gün orada "herkes"in "herkes"le 'Barış'ı için şu an alamadığım nefesi alacağım.

Bir güvercin geçecek hayallerimin içinden. Ben akşamı yine Kumbara'da dünyayı kurtaracak, "birlikte iyi yaşam" için dileklerden ötesine geçeceğim.

Ve; aynı hat otobüsü ile bu kez susmadan evime gideceğim.

13 Ocak 2010 @ 87 Taksim - Edirnekapı

Hiç yorum yok: